Sahiplerinin sahte eğlencelerini dilleri dışarıda izleyen evcil köpeklerle farkımızı düşünüyorum. Onursuz bir hayatın piyonları, utanma duygusu körelmiş canlı birer kukla.. Kendimizi büyük bir ustalıkla kandırdığımız masallarımız var. Bahanelerle geçiştirilen anlamsız yaşamlar. Ve beynime hükmeden özlemin.. Epilepsi nöbetleri tutuyorum her gece!
“Kimsenin beni karşılamadığı istasyonlarda iniyor, kimsenin uğurlamadığı istasyonlarda yine düşlerime biniyorum..”
İnsanların “yaşıyoruz” izlenimi vermek için yürüdüğü caddelerde, bulamayacağımı bile bile seni arıyorum. İstem dışı yasaklanmıştı sevdamız. Az gelişmişlik sürecinde iki sevgiliydik, yasalara göre iki hayalperest. Şehrin olmayan denizinde martı ölüleri görüyorum. Biraz ileride modern yaşama kafa tutan salaş bir kahve. Vakit geçirmeye endeksli amaçsız sohbetler, tartışmalar..
Siyaset konuşuyor Fikri Amca.. aklı fikri siyaset. O konuşunca daha bir önem kazanıyor ülke sorunları. Danışmansız çözüm üretiyor ekonomik çöküşe, eğitim sorununa, çarpık kentleşmeye. Tüm bütçesi iki çay Fikri Amca’nın.. aklı fikri çay. Demli olunca daha sağlam temellere oturtuyor stratejisini. Tüm ülkeler düşman oluyor tavşan kanı içtikçe. Kan üzerinden siyaset yapıyor, masasında oturanlar mehter takımı gibi bardakları ağızlarına götürüp getiriyor. Otorite Fikri ahkam kesiyor, kahveci O’nun sayesinde gişe rekorları kırıyor.
“Bunların hepsi oyun” diyerek başlıyor anlatmaya. Bir bakmışsınız akşam olmuş. Ertesi gün aynı kürsüde yerini alıyor. Koltuk tatlı geliyor derler ya, Fikri’nin makam koltuğu da o kürsü işte, bırakmaz dört tahta üstüne gerilmiş ucuz kilimi, ah bir de dönerli olsa kendisi gibi..
Otorite Fikri elli yaşında. Dört çocuğu, bir hanımı, onlarca göz zinası var. Bağ kur emeklisi. Kurmuş bağını sonra ben toprakla uğraşamayacağım artık yoruldum deyip emekli olmuş. O gün bugündür bağa hanımı Zehra Teyze bakar. Her gece ütü yapar Fikri Amca için. Açık hava oturumlarının baş aktörü jilet gibi ütülenmiş beyaz gömleğiyle katılır söyleşiye. Ezan okunduğunda yarım bir kalkış yapar kürsüden, yanındakilere bakar sonra bu da var ben de edasında.
Sahtelikler canımı sıkardı, artık önemsemiyorum. Engelli yürüyüşlere gebe yamalı yolları umursamadan kaçıyorum. Bir an durup kendime gülüyorum. Sensizliğin zindanından kaçılır mı?
Yorgunluğa dayanabilirdim belki ama sensizliğe asla. Yere yığılıp kalıyorum. Gökyüzünde uçan iki martı görüyorum, gözlerim kapanıyor, üçüncüsü belki vardı belki de yoktu..! Titreyerek uyanıyorum. İç içe konulmuş karanlık odaların çelik kapıları kaçışıma engel oluyor. Aniden bir ışık doğuyor odada. Çelik kapılar açılıyor. Yaklaştıkça ılık bir rüzgar hissediyordum ses tellerimde, çığlık atmaya meyilli.. Yavaşça tüm kapılardan geçiyorum. Bir sahnedeyim. Yanımda duran takım elbiseli, sahte bakışlı adam elindeki paketi ödül olarak almamı istiyor. Boş bulunup aldığım bir kutu dolusu jileti yere atıp koşmaya başlıyorum. Kollarımın jiletle zinası sevgilimi aldatmam anlamına gelir..
Yatağımda açıyorum gözlerimi. Gece olmuş. Cüssesine bakınca adam sanacağınız bir kitabın son sayfalarını zoraki okuyup bitiriyorum. Reklam şirketleri sanat yoksunu eserleri nasıl satacaklarını iyi biliyor. Neyin nasıl pompalandığı ortada, bize yalnızca havayı satın almak kalıyor. Geçenlerde Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” sını farklı bir yayınevinin baskısından okudum. Din-vicdan kavramlarının süslenerek aktarıldığı bu yapıtın temel eserler içerisinde yer alması ne tuhaf. Sistem bireysel hareketleri kontrol altına almak için güzel bir çözüm bulmuş. Şayet öyle olmasaydı Sartre’nin “Varoluşçuluk” u tavsiye edilirdi.
Her şeyin bir sınırı var. Beynime sığmıyor düşünceler. Sonsuzluk kelimesinin bile üç heceyle sınırlı olduğunu düşünüyorum sabaha kadar. Dokuz harften ibaret. Nasıl sonsuzluk bu? Birileri yine bizi kandırma uğraşında..
Sosyal mesaj kaygılarımı bir kenara bırakıp, varoluşun dayanılmaz işkencesinde seni düşünüyorum. Sensizliğin zamanı akıyor Karasu gibi.. beraberinde içimde kan,dışımda gözyaşı.. Odama dağılmış dökülen saç tellerin. Hepsini toplayıp bir urgan yapmak geçiyor aklımdan. Boynuma dolanan saçlarınla ölmek mi, yoksa beynime dolanan bakışlarınla yaşamak mı.. Elimde fotoğrafın, kulağımda yine o sözler; “Beni koyup gitme ne olursun.. durduğun yerde dur.. kendini martılarla bir tutma.. senin kanatların yok.. düşersin.. yorulursun.. beni koyup gitme ne olursun..” Hastane koridorlarında bir anons aşkımız. “Sağlığınız için sevmeyin”..
En güçlülerimiz bile sevgi karşısında zayıf kalıyoruz. Bilek bükülüyor ama duygu asla. Uğruna türlü teranelere katlandığımız değerlerimiz bir hiç oluyor sevgilinin dudaklarında. Ancak kendini boşlamış bir aşk düşkünü anlayabilir hayatın komedisini. Hangi yaşamsal gerçek önemli olabilir ki sarılınca hissettiğin mutluluktan? Ekonomik kriz, kaos ortamı, faturalar, banka kredileri, hayat sigortaları, sınavlar, diplomalar, mobilyalar, beyaz eşyalar, siyah yaşamlar.. Ve tüm bunlara muhalif gerçek bir haz!
Sokak lambaları yanıp gecenin gölgelerini doğurdu. Mahşer gibi bir kalabalık.. Hala kıyametin kopmamış olmasına inanamıyorum. Gidişinden daha büyük bir günah olabilir mi? Özlüyorum..Aşktakal..