Bu yazıyı okurken dünyanın bir yerinde derin yapılanmalar, saçma televizyon programları, futbolun renkleri, president ziyaretleri, kariyer planları, fakir edebiyatları mutlaka konuşuluyordur. Elmanın elma olduğunu söylemek kimseye bir fayda sağlamaz. Elmanın içindeki kurtlardır yüzleşmemiz gereken. Ancak o zaman tiksinip yemeyiz tüm bu yalanları.
Bazen suni sorunlar yaratılır. Satanizm, şeriat, kuş gribi, kene vs gibi. Eğer gerçekten tüm sorunlarımız bunlarsa, insanlar da yumurta yemesinler. Siz kullanılmış pedi gagalayan bi tavuk gördünüz mü?
Herkes her şeyden nefret ediyor ama kimse nefretini dile getiremiyor. Saçmalıkların olağanlaştığı bir dünya. Hiçbir işe yaramadığı halde çocuklara boş bilgiler sunuluyor. Anlamsızca resmi belgelerle uğraşıyor insanlar. Her gün milyonlarca imza atıyor görevliler kağıtlara. Statülerine göre saygı görüyor üstler. Ve hiç yere önlerini ilikliyor efendilerine altlar.
Kendi hayatları üzerinde hak talep edemeyen insanlar, kitle psikolojisiyle alınan anlamsız nefesler.. Hangi saatte uyanacağına bile kendisi karar veremeyen insanların başkalarını eleştirmesi ne tuhaf! Hayatınız boyunca çalışacak ve zamanı geldiğinde öleceksiniz. Mülkiyetçiliğe dayalı bir yaşam elleri bomboş toprağa girecek. Arada sırada gittiğiniz hastanelerde size hasta olduğunuz söylenecek. Tüketmeniz için size hiçbir işe yaramayan ilaçlar verilecek. Ve bu hiçbir işe yaramayan maddeler için para vereceksiniz. Kapitalizm size ölümünüzde bile rahat vermeyecek, kefen ve mezar paranıza göz dikecek. Etnosantrist eğilim gösteren bir toplumda bunların doğal karşılanması vicdanidir. Vicdanlar hep kullanılmak içindir!
“Bir insanı köleleştirirsin aldırmaz, köle dersin kaldırmaz!”
Sokakta kendisine bakan birine “ne bakıyorsun lan deyip” diklenen insanlar, kendilerini sömüren, köleleştiren, evlerinde bile izleyenlere karşı en ufak bir tepki göstermiyorlar. Karga, cep saati ve şapkadan oluşan bir ulusal mitologyanın peşinde sürüklenen milyonlarca koyundan farkımız yok.
Üç arkadaş konuşuyordu. Biri “Özgürlük adına kadınlar mecliste çoğalmalı” dedi. Diğeri “Eşcinseller de meclise girebilmeli” dedi. Üçüncüsü atladı; “Demek ki özgürlük meclissizlikten geçiyor”
İnsanlar neden “kimse bizi yönetemez” demek yerine, “kim bizi yönetsin” diyorlar. Kukla olmak çok mu hoşlarına gidiyor? İplere bağlı olmadan kol ve bacak hareketleri yapamayacaklarından mı korkuyorlar? Yoksa beyinleri güzel bir dünya hayalini tasarlayamayacak kadar çürümüş mü?
Bu ülke insanı televizyonda fular takan, yaşlı, suratsız bir adam gördüğünde “bak adam doğru analiz yapıyor, en azından yapacak” deyip açar ağzını anlamsız bir ciddiyetle başlar dinlemeye. Sözde aydın da atıp tutar kendisini izleyen garibanların odaklanmış bakışları karşısında; “efendim demokrasilerde bunlara yer yok”, “bu ülkede demokrasi var, höyt”. Evinde çayını yudumlayan, çekirdek kıran halkta derin nefes alır “tabii ya demokrasi var” diyerek. Tam bu noktada Churchill’den alıntı yapmak istiyorum. “daha kötü olan diğer tüm yönetim biçimlerini saymazsak, demokrasi en kötü yönetim tarzıdır. Demokrasinin iyi olan hiçbir tarafı yoktur aslında; iyi olan birkaç özelliği de dışarıdan gelmiştir. Demokrasi tiranlıktan ve diktatörlükten kaçınma biçimidir; hepsi bu. Fakat en kötüsü, demokrasi, demokrasiye inanmayan bir zalimi bile iktidara getirebilir.” Burada söylemek istediğim demokrasinin kötü olup, değişmesi gerektiği değildir. Adı ne olursa olsun sistem yapıcıların koyduğu kurallardaki bozuklukların bir şekilde dile getirilip, halka zarar veren ne varsa yok edilmesidir, halkın yok edilmesi değil!
Artık dünyada, en azından bu ülkede korkunun getirdiği yalakalığa yer olmamalı. İnsanlar sevip, sevmediği her şeyi özgürce dile getirebilmeliler. Nazi Almanyasındaki gibi marşlarla, tek sıraya geçmelerle, amansızlıklarla sağlıklı bir toplum yaratılmaz. Sağlıklı bir toplum huzurlu, özgür, açlık yaşamayan bireylerin dayanışması ile oluşur.
Şimdi gökyüzüne bakıp, şarkıyı dinleme zamanı.. “Tre trallande jantor”